16 Haziran 2012 Cumartesi

KİRAZ ZAMANI

       Birkaç gündür bilgisayarım inanılmaz kasıyor. Nasıl yavaş anlatamam. Bir de zar zor girebildiğim siteleri bir takım afilli laflar söyleyip kilitlemesin mi?


Ben bu yolda tekrar yürümem
Artık buralardan geçemem
Ben bu yaştan sonra ne kara kaşa göze
Ne de selvi boya hiç gelemem

Dedim. Yüz vermeyeceğim, bilgisayar mühendisi yeğen tatile gelene kadar. Gelsin, o icabına bakar. Dolaşmayacağım öyle blog blog bu gece. Zaten gelmiş gece yarısı, sabah yaklaşmış. Bari hayattan dem vurayım dedim:
            Sene 89-90 falan. Bütünlemeye kalmışım babalar gibi. Yaz sıcağında ders çalışıyoruz, serinlemek için, yurdun minicik balkonuna odadaki masayı çıkarıyoruz. Balkon o kadar küçük ki, masayı koyduktan sonra, dip dibe 2şerden 4 kişi karşılıklı zor oturuyor, 5. kişi balkon kapısına sandalyesini koyup, bedeninin yarısı balkonun içinde, yarısı odanın içinde oturuyor. Oda ile tek bağlantı bu 5. arkadaş olduğu için tüm ortalık hizmetine de o bakıyor:)
            Tam da bu sırada nasıl olmuşsasa zabıtayı atlatabilmiş bir seyyar satıcı kiraz satarak aşağıdan geçiyor. Yurt çok büyük. Dışarı çıkıp arka sokakta kirazcıyı yakalayıncaya kadar yeni bir kiraz mevsimi daha gelir. Hemen, odada ranzadan ranzaya bağlayıp çamaşır serdiğimiz ipi çözerek aşağı sallandırıyoruz parayla birlikte. Az sonra da kirazlara kavuşuyoruz. Nasıl tatlılar, hemen kirazların yarısı bitiveriyor. Derken balkonumuzun da baktığı arka sokakta bir kavgadır tütüyor: Mahallenin kadınları kirazcıyı kovalıyor. Bir taraftan avucumuza sıkıştırdığımız kirazları yerken, diğer taraftan da kavgayı seyrediyoruz. Bu esnada anlıyoruz ki, kirazlar kurtludur. Öyle hemen teslim olmuyoruz elbette. Belki bizimkiler kurtlu değildir! Bir, iki, üç, beş...Açıp kontrol ediyoruz: Kardeşim, bir tanesi de sağlam olmaz mı ya hu?
            Dün kiraz aldım manavdan. Bir tane bile çürük, kurtlu çıkmadı. Bu sefer de nasıl bir ilaçlama yaptıklarına taktım. Allahtan kiraz mevsimi çabuk geçiyor:)) 

15 Haziran 2012 Cuma

BİZİM EVİN HALLERİ

              Akşama yemek yapmak zor da, menüyü oluşturmak ondan daha zor. Hem et yemeği yapacaksın, hem yanına yakışan birşeyler yapacaksın, hem hafta içinde tekrara düşmeyeceksin, falaaan, filan. Sebze yemeği bizim evde yemekten sayılmıyor. Oysa hepimiz biliyoruz ki, sebze yemeği daha zahmetli. Ben bu akşam taze fasülye pişirdim, kıymasını biraz fazla tuttum. Servis ederken de "bir kilo fasülye koydumsa yemeğe bir kilo da kıyma koydum, ona göre, itiraz istemem" dedim. Tabi abarttım. Oğlumun köşeye sıkışmaya niyeti yoktu, "etin içine sebze girmişse o yemek sebze yemeği olmuştur" dedi. Yine de severek yediler, baba oğul. Ama galiba pilavı fasülyeden daha fazla yediler, o da bir ayrıntı:)

Anne: yarına ne pişireyim?
Baba oğul: Ne pişirirsen yeriz. Yalaaaaaannnn! En yalan cevap bu. Hem ne olsa yeriz denir, hem de "başka birşey yok muydu" diye buzdolabının kapısı önünde sıraya girilir) 
Anne: O zaman yemeği yarın oğul pişirsin.
Oğul: Tamam size pide yaptırayım (Öğleye de lahmacun yemiştir.)
Anne: Olmaaazzz, oğul kendisi pişirecek.
Oğul: Tamam, etini kendim alır onunla pide yaptırırım:) 
Anne: Diyelim ki, biz evde yokuz ve misafir geldi, nasıl ağırlarsın?
Oğul: Hemen sizi ararım.
Anne: Ama şehir dışındayız.
Oğul: Gazı kökleyin derim.
Anne: Gelemiyoruz, ne ikram edersin misafire?
Oğul: Pide! 
Anne yılmadan devam eder: Üniversteden arkadaşların gelmiş, ne pişirirsin?
Oğul: Pizza ısmarlarım.
Anne boşuna gaz verir: Oğlum 20 tane arkadaşın gelmiş, yumurta kır, menemen yap, 20 arkadaşa pizza ısmarlayıp cüzdanıma incir ağacı mı dikecen yahu?
Oğul: Anne zaten her gün yumurta pişireceğim, bari misafir gelince menü değişsin.
Anne İç Ses: Mantıklı ama... 
Saat gece yarısını çoktan geçti ama, şu mübarek olsa da şimdi bile yeriz galiba mmmmmmmm:)


5 Haziran 2012 Salı

ŞİMDİ DE OĞLUNUN KUNDAĞI

            Bu kundağı da ben oğluma işledim. Modeli küçücük cep boy bir nakış kitabından aldım. İçinde çok hoş modeller vardı. Küçükken bu kitapçığı karıştırır, son derece iptidai, renksiz baskısına inat, siyah-beyaz desenlerin hangi renklerde olabileceğini, örtünün aslını, yapabilsem evde nerede değerlendireceğimi falan hayal ederdim. Bu kundağı evlenmeden önce işlemiş olma ihtimalim yüksek. Zaman hiç aklımda kalmamış.
             Bir zamanlar biz, Afyonlu kızlar, ne gezme bilirdik, ne kafe, ne çay bahçesi. Hatta Afyon'da doğru dürüst sinema dahi yoktu. Sinemaya giden erkek çocuklara bile iyi gözle bakılmazdı. Çünkü sinemada düşük, kalitesiz, fanfinfon filmler oynatılırdı. Ya da biz öyle bilirdik... Kızlar ise okuldan eve, evden okula, en fazla anneleriyle akraba veya komşu gezmesine gidebilirlerdi. İyi kızlar annelerinin dizinin dibinden ayrılmazdı. Ayrılmazdı ama onların da canı sıkılırdı. Can sıkıntısı el işiyle giderilirdi. Mesela bir kundak işlenebilirdi: 










3 Haziran 2012 Pazar

ÖNCE ANNESİNİN KUNDAĞI

           Bu kundak benim bebeklik kundağım. Annem işlemiş galiba, işlenme hikayesini unuttum. Ama bildiğim başka bir hikaye var: Bizim küçüklüğümüzde bebekler sımsıkı kundaklanırmış ki, özellikle kızların bacakları parantez bacak olmasın, düzgün bacaklı kızlar olsunlar. Ayrıca bebekler uyurken sıçrar, elini kolunu titretir ya, işte bu hareketi yapamasınlar ve korkmasınlar, uykuları kaçmasın istenirmiş. İşte kundak da burada vazife alır, bebeği sımsıkı sararak değil sıçramak, kıpırdamasına izin vermezmiş.

           Sonra "tıp ilerlemiş". Doktorlar demişler ki, "Bebekleri kundaklamayın, yoksa kalça çıkığı olur, parantez olmasın diye sımsıkı sarılan bacaklar kalça çıkığından sonra geri dönüşümsüz ortopedik hasarlara uğrar"!... "Amaniiin" diye haykırmış anneler, "Salkım saçak çocuk mu büyür? Biz yine de doğmamış bebeğe kundak biçmeye devam edelim." Son sözü babalar söylemiş: "Asla ve kat'a çocuğum dolma gibi sarılmayacak"
           Kundak yazısı girince olay kontrolümden çıktı, masala bağlandı. Bu noktaya tamamen bilinçsiz geldim. Bazan cümlelerin, hatta kelimelerin kendi yaptırımları olduğunu, insiyatifi ele almak için bir boş zamanımızı kolladıklarını; mesela "kundak" gibi sihirli sözcüklerin bizi çocukluğumuza götürüp, isterlerse, bizi o zaman diliminde istedikleri kadar alıkoyduklarını düşünüyorum.
             Senelerin kundağı işte. Babam sımsıkı kundaklatmamış kardeşimle beni. Çok şükür kalça çıkığı olmamışız. Bacaklarımız da parantez değil:)
               Eskiden makina nakışı falan da değil, bildiğiniz kasnakla ve camın önüne oturup üstten girip alttan çıkarak işlenmiş. Ben şimdi bu örtüyü bohça olarak kullanıyorum. Ama öyle sürekli yıkanacak bir bohça değil. Yazlık-kışlık saklamak için, senede birkaç kere yıkanacak cinsten bir kullanımda yani. Ne kadar uzun yaşasa benimle birlikte kardır yani.
           Dipnot: Bazı kelimeleri konuşurken değil de yazarken aslı neydi diye şaşırırız ya, bu da öyle oldu. KUMDAK mı, KUNDAK mı? Nette araştırdım biraz. Kundak olduğuna karar verdim. Var mı başka bir bilgisi olup da paylaşmak isteyen?