31 Mart 2012 Cumartesi

VARAN-1

İlk goblen gece saatlerinde bitti. Sıcağı sıcağına serviste. İkinciye başladım bile. Belki haftaya o da görücüye çıkar:)

24 Mart 2012 Cumartesi

EN SON NE ZAMAN KAPUSKA YEMİŞTİK?

Lahanayı alıp, bütün kış ikinci bir buzdolabı olarak kullandığım kış bahçesine koymuşum. Sonra da bir güzel unutmuşum. Havalar daha ısınmamıştı. Bu yüzden yaklaşık 3 hafta orada kalmış ve hiç bir şeycik olmamış. Biz nimetin zayi edilmemesi hassasiyeti ile yetişmiş bir nesliz. Üç kuruşluk bir şey de olsa, yiyecek çöpe gitmemeli. Hele ekmek. Her zaman buna dikkat edemeyebiliyoruz, orası da ayrı elbette. Bu lahanayı da görünce içim önce cız etti ama kurtardım neyse ki. Üst yapraklarından bize bir öğün yetecek kadar etli lahana dolması sardım. Yemekle pek aram yoktur ama lahana sarmasının hem etlisini hem de zeytinyağlısını usanmadan bir hafta boyunca yiyebilirim gibime geliyor:) Alt kalın yapraklardan kapuska pişirdim. Uzun zamandır kapuska yememiştik, çok güzel gitti doğrusu.Her mevsimin ayrı güzellikte nimetleri var. Kışın en güzel yiyeceklerinden biri lahanadır. Eskiden kapuskanın yemekler içinde çok hakir görülen bir yeri vardı. Ne kadar da hatalı bir yaklaşım. Lahananın sağlığa katkısı, sağlıkçı olmama rağmen benim itibar ettiğim bir mesele değildir. İlgilenenler açar o tarz sağlıklı sitelere bakarlar. Ben damak tadıyla ilgileniyorum:) Asla pas geçilebilecek bir tad değil, bunu biliyorum. Şimdi lahanalar bitmeden bir dolma-kapuska ziyafeti daha çekmeli. Hatta acaba lahanayı sarıp dolma olarak dipfrizde saklayabilir miyiz diye de düşünüyorum. Yazın da yemeli...

21 Mart 2012 Çarşamba

YENİ HEYECANLAR VAR

Asıl mesleğimi icra ederken işler sarpa sardığı zaman kendimi hobi dünyasına vuruyorum. Geçmişte bu sebeple, kimi zaman dikiş diktim, kimi zaman örgü ördüm, kimi zaman kırkyama yaptım. Bazan işler öyle çok sarpa sardı ki, "terziyim" diye geçinenlerin yarısının fazlasından daha iyi dikiş dikmeye başladım:) Sonunda dikiş makinam arızalandı. Yenisini henüz alamadım, ne alacağım konusunda kararsızım. Ben de heyheyleri dağıtmak için birkaç blogda görüp özendiğim goblen işine merak sardım. internette araştırdım ve http://www.goblen.gen.tr/default.asp adresinden 3 tane goblen aldım. Site sahibi çok ilgiliydi ve benim internet bağlantımla alakalı olduğunu düşündüğüm bir sebeple ödemeyi o an için yapamamış olmama rağmen kargomu gönderdi. Ödemeyi ancak birkaç gün sonra yine internet üstünden yapabildim. Pazartesiden beri de işten biran önce çıkıp, yemeği, derleme toplamayı bitirir bitirmez goblen başına çöreklenmeyi iple çekmeye başladım. 3 günde aldığım yol aşağıda:)
Aşağıda da 2 model daha var, işlenecek.
Ayrıca bahsettiğim sitede değil de başka bir goblen sitesinde bunlarla aynı havada, pembeli bir goblen daha buldum. Onu da getirteceğim. Sonra işlemeler bitince çerçeveletip üst kata çıkan merdivenlerde sergileyeceğim.

10 Mart 2012 Cumartesi

BABA EVİ ve KENDİ EVİMDEN KENDİ MANZARALARIM

Orhan Kemal'e hayranlığım artmaya devam ediyor. Bir süre önce aldığım çok miktardaki Orhan Kemal kitaplarını okuyorum. Bunların çoğu 90-130 sayfalık kitaplar. Çabuk da bitiyor. Zaten sıkıldığım için değil, ya yemek yapmak için elimden bırakıyorum, ya blog gezmek için. Bazan da tam uyurken elimden düşüverdiği için uyanıyorum yatağımda:) Ben gece yaşamayı ve geceyi yaşamayı seviyorum. Aynı şekilde sabah erkenden kalkıp günü yaşamayı da seviyorum. Çünkü oğlum küçükken, gece ancak el ayak çekildikten sonra kendimle başbaşa kalabiliyordum. Bünye buna alıştı. Şimdi elime ayağıma dolanan yok, hatta bu sene oğlumla tarih bile çalışmıyoruz ama yine bu sükuneti seviyorum. Bazan bilgisayar başında sizlerin bloğunu gezerken sızıyorum. Hadi o tamam da, bazan kendi bloğuma yazı yazarken uyuklayıp başım önüme düşünce uyanıyorum.

Sabah işe yetişme telaşım, oğlanı okula geçirme sorumluluğu falan derken, 06.45 de ayakta oluyorum. Gece yatış en erken 01.00, sıklıkla 01.30, bazan da 02.30-03.00... Maksimum 6 saat uyku ile dolaşıyorum. Aslında 10-15 günde bir, mesela haftasonu, sabahları 2 saat fazla uyusam yeniden şarj olabiliyorum. Yine de bu her zaman olamayabiliyor. Haftasonu misafirim gelebiliyor; ben gezmeye gideceksem, gelince evi pis ve dağınık bulmayayım diye koştur koştur temizlik yapıyorum. Bunun için de erken kalkmak lazım değil mi? Uyu uyu nereye kadar?

DİPNOT: Ben bu yazıyı yazarken fark ettim, saat 01.00 olmuş bile. Daha dişler fırçalanacak, pijamalar giyilecek, yatılacak falan. Falan olmayan bir şey var, sabah 06.45'de saat dattiri duttiri çalacak...

8 Mart 2012 Perşembe

ŞAL

Şalı elticiğimin annesi örmüş. Eltim de bana getirmiş, fotoğrafını çekip bloğa koyayım diye. Bana sadece görüntülemesi düştü. Çok şık olmuş. Dünürannemin ellerine sağlık, elticiğim de güle güle kullansın dilerim ki.











6 Mart 2012 Salı

MANTI AÇTIM

Oğlum mantıyı çok sever. Marketlerde hazır satılan mantıları falan beğenmez. Anneannesi halası yaparsa da bayıla bayıla yer. Bazan işyerine arkadaşlarımızın referansıyla gelen bayanlardan da mantı alıyoruz. Önce 1-2 paket denemelik alıyorum, oğlum beğenirse bir dahaki sefere paketlerce:) Tabi kaç paket alırsam alayım bir gün bitiveriyor. O zaman iş başa düşüyor.

Epeydir mantı açmamıştım. Geçenlerde bir pişirimlik yaptım ve birilerinin iyi bir mantıcıyı hastaneye göndermesini beklemeye başladım. Çok el oyalıyor:))

Gerçi ilk yufkayı biraz ince açmışım ama ikinci daha iyiydi.

Biz mantıyı kapattıktan sonra fırınlarız. Kızaran mantıları daha sonra az miktarda kaynar suda haşlarız. Bazı yörelerde kaynar suya çiğden salıyorlar mantıları. Aşağıdaki fotoğrafta kenarlar yanık gibi çıkmış ama kesinlikle yanık değildi. Sadece çok kızarmıştı. O ince açtığımı söylediğim bezeden dürdüğüm mantılar.



Bu arada haşlama suyu etsuyu olursa daha mükemmel olur. Hatta mantı haşlanırken, önceden yumuşatılmış az miktarda minik et parçaları veya minik köfteler, hatta az miktarda önceden haşlanıp kabukları soyulmuş nohut da koyabilirsiniz.

Süzme yoğurt ve salça ile işlem tamamdır. İsteğe göre sumak ve/veya nane de konulabilir.

Aslında zor bir şey değil. Ama uzun sürüyor. Bir çırpıda da yenilip bitmez mi? O kadar emek harcamışım, valla çerçeveye koyup duvara asasım geliyor:)




Salı günleri artık benim TRT günüm. 80'ler az önce bitti. Ben bloğa yazarken, kanal TRT'de takılı kalmış, kendi kendine çalışıyor tv. Kafamı bir kaldırdım: Şu anda TRT'de TOP GUN filmi var. Taaa üniverstedeydik bu film vizyona girdiğinde. Müzikler, Tom Cruise, kıyafetler, Tom Cruise, at gibi motorsikletler, Tom Cruise, spor arabalar, Tom Cruise, güzel kadınlar, Tom Cruise, güzel mekanlar,Tom Cruise ve ille de Tom Cruise için izlemiştik. 1986 yapımıymış, nette araştırdım az önce. Ama biz sanırım 1989'da falan izlemiştik. Konu monu kalmamış zihnimde, sadece esas oğlanın "yapılamaz" denilen bir şeyi havada yapıp esas kızı kendine aşık ettiğini, bir uçuşta da ekip arkadaşlarından birini kaybettiğini hatırlıyorum. Bu yer elmasından irice, tıfıl oğlanda ne bulmuşuz bilmem o zamanlar. Ama şu anda kötü bir seslendirme ve arka fona beceriksizce ve yetersizce iliştirilen müzik sayesinde "TİSKİNDİM HAA" (bu cümleyi Avrupa Yakası'nın Dilber Halası söylemiş gibi düşünün lütfen).


Aslında filmde daha karizmatik ve yakışıklı adamlar da yok değilmiş hani. Anacım insanda şans olacak. Enin boyun hikaye. Bir de filmin başından sonuna sakız çiğniyor herif. Yüzüne karşı bir balon üfürmediği kalan üstü subay da, ona uçuşta yardımcısı olmayı teklif ediyor. Bizim Hava Kuvvetleri'nde de, bu, böyle midir acaba? Mesela bir hava üsteğmen bir hava yarbayın karşısında sakız çiğner mi? Mesela ben de Sağlık Müdürünün, hatta dahası var, Sağlık Bakanının karşısında sakız çiğnesem ayıp olur mu acaba? Saçmalıyorum, evet yorgunum.



Bir de dipnot düşeyim; filmin müziği çok beğenilmişti ya, Gülden Karaböcek Amerika'da bu müziğe "Beni bana ver" diye saçma sapan sözler uydurup şarkı yapmıştı. Amerika'da pişirdiği bu şarkıyı Türkiye'de kaç kişi severek yedi bilmiyorum. Yaşıtlarımız bilirler de, google amca bile unutmadan bu filmin müziğini, bir orjinalinden bir de Gülden Karaböcek'ten dinleyiverin bakalım, aradaki 7 farkı bulabilecek misiniz?

4 Mart 2012 Pazar

ŞÜKRANIM'DAN HATIRA

Afyonkarahisar'da bir adet vardır. Belki de bütün başka yerlerde vardır. Ben buradakini size anlatayım, siz de kendinizinkini anlatın.

Düğün günü erkek tarafı, gelini evinden almaya şaaalı bir konvoyla gider. Kız tarafı da gelen bütün arabalara hediye verir. Eskiden bu hediye mendil falanken sonraları havlu olmaya başlamış. Hatta ben evlenirken de havlu adeti vardı. Ama o zamanlar arabalara dağıtılacak havlular basit ve ucuz şeylerdi. Oğlumun sünnetinde ise havluların kalitesi artmaya başlamış, süslü, işlemeli, nazar boncuğu ile özel süslenmiş havlular verilir olmuştu. Son 5-10 yıldır falan işin rengi iyice değişti, hediyeler, kız evinin kadınlarının hayal gücüyle orantılı olarak çeşitlenmeye başladı. İpek fularlar, iğne oyalı fularlar, şallar, ahşap kutular, incik boncuk takılar vb..

Şükranın düğününde ise beyaz peluştan kırlentler dikip içini doldurdular. Kırlentin ortasına şatafatlı bir taş dikip, taşlı sıra harç ile süslediler. Bu kırlentleri sert bir tüle sarıp güzel kurdelelerle bağladılar. Kuzenimin kırlenti diye söylemiyorum ama çok şık oldu.
Biz konvoya katılamadık. Eşimin mesaisi uzun olduğundan biz düğünlerde bu türden etkinliklere gecikeceğimiz için hiç katılmaz, direkt salona gideriz. Dolayısıyla yemeği hiç beklemeyiz. Biz otururuz, hemen çorba servisi başlar. Sanki bizi bekliyorlarmış gibi. Ama teyzem bizim kırlenti saklamış, sağolsun. Düğünden sonra verdi. Hemen eve gelip tekli koltuklardan birinde kullandım.


Sonra ikili koltuğun ortasında bir denedim.
Tekli koltuğa daha çok yakıştı. İkinci kırlenti de annemden yürüteyim diye düşünüyorum. Henüz bunu annem bilmiyor. Ama beni takip eden akrabalar söylerse bir tedbir alır mı onu da ben bilmiyorum:)

3 Mart 2012 Cumartesi

EYLÜL

Vaktiyle okuyamadığım klasikleri, önemli eserleri, Türk ve dünya edebiyatındaki önemli yazarları okumaya çalışıyorum. Edebiyat onların sayesinde yükseldi, yüceldi. İnsanın estetik duygularının gelişmesinde, medeniyetin ilerlemesinde hepsi birer yapı taşı oldular. Onları okumamız ve anlamaya çalışmamız gerektiğini düşünüyorum.


Yine de, iyi ki o bahsi geçen "vakti zamanında" yıllarımda okumamışım bu kitapları diye içimden geçirmiyor da değilim hani. Çünkü bazılarını okumak hakikaten zor. Zaman sıçraması olmuş resmen. Biz şimdi o kitapları yazan muhteremler gibi yaklaşamıyoruz olaylara:) Lise çağlarımda okumuş olsam, eskiden beri hiç bir yeteneğim olmayan matematiğe vururdum kendimi kesin:) Daha az azaplı olurdu muhtemelen.




Eylül de uzun zamandır okumayı istediğim bir romandı. Mehmet Rauf'un ve Türk Edebiyatının ilk psikolojik romanı. Okulda öyle gördük:) Romanın özüyle ilgili hiç bir eleştirim olamaz. Zaten psikolojik roman olduğundan insanların davranışları, sadakat duyguları, kişisel hassasiyetleri, ruhsal çöküntüleri falan yazarın kurgusudur, bize laf düşmez. Ağır ilerlemesi, aksiyon azlığı, yeryer monotonluğu da yine yazarın takdiridir, bana beğenip beğenmemek konusunda fikir beyanı bile düşmez. Zaten bir ilk. Türk Edebiyatında kendine altın yaldızlı bir yer edinmiş, bense daha yeni okuyorum.



Benim derdim şu ki; sanırım günümüz Türkçesiyle yazılmaya çalışılırken, romanın başına bir hal gelmiş. İlk başlara fark etmedim ama daha sonraları garip bir durum gördüm: "O ona onu verdi, o ona baktı, onu aldı, ona teşekkür etti" abartılı cümlemdeki gibi, işaret sıfatı ve işaret zamirleriyle dolu cümleler boğdu beni. Bunun dışında Suat'a kızdım. Süreyya'ya acıdım. Necip'e saydırdım. Hacer'den tiksindim. Kitabın adının Eylül olmasına gerek yoktu diye düşündüm.



Şimdilerde Orhan Kemal okuyorum. Ne adam Orhan Kemal ama. Su gibi duru bir dil, film izliyor gibi bir anlatım. Onu sevmemek imkansız gibi.

2 Mart 2012 Cuma

PETROL SANDIK, KANALİZASYON ÇIKTI

İşler yoğun hastanede. Yeni hastane binamızla ilgili sıkıntıları daha önce de anlatmıştım. Geçen hafta bir de lağım bastı. İnanılır gibi değil. Sabah iş arkadaşım klozetin basını kullanınca, tesadüfen dolapların yanındaydım ve fokur fokur sesler geldiğini duydum. Bir de ben bastım, o dinledi. Her zamanki gibi yetkililere bilgi verdik. Öğle yemeği dönüşü bir de baktık ki, bodrum kattaki tüm her yer, Eczanede günlük ilaçların hazırlandığı bölümün büyük kısmı, garaj, sarf malzemesi depoları, mescit, laboratuvar, temizlik atölyesinin bir kısmı, asansörler arasındaki kısım dehşetli bir kokuyla bataklığa dönmüş. Hatta ayağım kaydı, tam lağım suyuna düşüyordum, boylu boyunca.
Eczanede her yer perişandı. Kokununsa tarifi imkansız...

Arkadaşım suları görünce "Sarı sarı çiş mi bu su acaba" diye saf saf sorunca, "İnşaallah sadece çiştir" demişim. İnsanın şartları düştükçe esprilerinin kalitesi de düşüyor, görüldüğü gibi:))

Çocuklar önce kendi imkanlarıyla temizlemeye çalıştı. Suları paspaslayıp, suyu tek su giderimiz olan klozete döktüler, klozete dökülen su, eczanedeki hangi akla hizmet konulduğu belli olmayan, dolapların altındaki su giderinden geri geldi. Sonunda cazgırlık edip o sırada laboratuvarı temizlemeyi yeni bitiren aşağıdaki makinayı neredeyse çocuğun elinden kapıp getirdim ve temizliği yaptırdık. Bol bol zefiran döktürdüm, bir daha bir daha temizlediler. Ama durum budur işte, ey TOKİ!

Hafta ortası Bakanlıktan geldiler. Baktılar gittiler. Bakıyoruz, bakalım, neler olacak?