24 Şubat 2011 Perşembe

KİTAP TANITIMI


Neredeyse 2 aya yaklaştı bu kitaba başlayalı. Adamı ayıplarlar, 2 ayda 1 kitap mı okunur diye. Ama ne yapayım üslubunu sevemedim.


Uzun zamandır dönem filmlerini, dönem dizilerini ve kitaplarını çok seviyorum. Bu yüzden yakın zamanlarda Peyami Safa'nın pek çok romanını, Münevver Ayaşlı'nın "Pertev Bey, Üç kızı, İki Kızı, Torunları" romanını, Orhan Pamuk'un "Şevket Bey ve Oğulları"'nı, Orhan Kemal'in "Hanımın Çiftliği" serisini, Ayşe Kulin'in "Veda"'sını ve "Umut"'unu (geçen sene) arka arkaya okudum. Ayşe Kulin'in "Adı Aylin" veya "Sevdalinka" isimli kitaplarından sonra bu ikisi daha basit, hafif ve boşlukta kalan kitaplarmış gibi geldi. O da başka bir yazının konusu olsun.


Gelelim şimdiki yazının konusuna: Son iki aydır elimde tek kitap var: Hıfzı Topuz'un "Milli Mücadelede Çamlıca'nın Üç Gülü" isimli romanı. Kurtuluş savaşı sırasında, anne babaları İstanbul Hükümeti ile organik bağlar içinde olan, işgal güçleriyle dostluklar kurmaya çalışan bir ailenin iyi yetişmiş 3 kızının, Milli Mücadeleye katkıları, vatan aşkları, yanısıra yaşamaya çalıştıkları kendi kişisel beşeri aşkları... Konu mükemmel. Ancak fazla karışık anlatılmış. Mesela Milli Mücadelede hepsi birer vazgeçilmez değer oldukları halde, romana katkısı olmayan kişilerden çokça bahsedilmiş, olay dağıtılmış. Milli Mücadele ile ilgili olmayan, birtakım insanlar da romana hiç bir katkısı olmadan sayfalarca anlatılmış. Yazarın kullandığı üslubu anlayıncaya kadar, "acaba bu karakter ilerleyen hangi aşamada karşımıza bir kahraman olarak çıkacak" beklentisine giriyorsunuz. Ben edebiyat okumadım. Edip değilim, yazar değilim. Ama sürükleyici bir kitabı da tanırım. Hıfzı Topuz gibi değerli bir şahsın kitabının kritiği elbette bana düşmez. Ama O da benim okumam için bir kitap yazmışsa, naçizane, fikrimi beyan ederim.


İyi mi kötü mü olduğuna karar veremediğim bir huyum var: Başladığım kitabı bitirmek zorunda hissediyorum. Rekorum "Çanlar Kimin İçin Çalıyor"'un kötü bir çevirisini, 10-12 sene gibi bir zamanda okumaktı:)) Çeviri o kadar kötüydü ki, bir Türk'ün değil, kitabı bir yabancının tercüme ettiğini düşünmüştüm (değilmiş).


Aslında daha sağlam bir rekorum daha olacak: John Le Carre'nin "Smiley'in Dönüşü" isimli casusluk romanı. Üzerine aldığım senenin tarihini yazmışım. Şimdi elimin altında değil ama hatırladığım kadarıyla 1989 veya 1990 yılı idi:)) Bu romanın dili güzel ama hep bir kadersizlik peşini bırakmadı. Okurken yer, ülke, mekan falan da araştırdığım için, biraz uzun süreceği açıktı. Hal böyle olunca araya çok istediğim bir, iki, üç beş kitap giriverdi hep. Bir kitabı baştan başlayarak en fazla okuma denemesi rekorunu kimseciklere vermem, en az 10 defa baştan başladım. Mesela romanın ana karakterlerinden biri olan kadının adını hatırlamıyorum ama, otobüs beklerken belinin ağrısı yüzünden nasıl bir pozisyonda durduğunu, elbisesinin rengini, ayakkabısının eskiliğini, işyerinde kullandığı sandalyenin rahatsızlığını, elinde taşıdığı pazar çantasını, günlerdir kendisini takip eden adamla konuşmaya karar verip otobüse binmediğinde, boş yere durağa yanaşan şöförün kadına küfreder gibi sataşırken ne değini, adamla kafede ne yiyip içtiğini biliyorum:)) Biz soğuk savaş yıllarında çocuktuk. Roman bana heyecanla karışık bir tad da veriyor. Dolayısıyla bir gün bitireceğimi zannediyorum. İşte o zaman "en çok yarım bırakılıp her seferinde okunmaya baştan başlanmış, aynı zamanda en uzun sürede bitirilmiş, en çok tatile çıkmış, en uzun yol kat etmiş roman" kategorisinde kesinlikle rekor kıracak:))


Aklıma gelmişken; okumayı bıraktığım ve artık kesinlikle okumayacağım tek kitap ise, Orhan Pamuk'un "Kar" isimli romanı. Onu yarısına kadar ancak okuyabildim. Neden bahsettiğini ve neden bundan bahsettiğini anlayamadım valla...

13 Şubat 2011 Pazar

YORGANLAMAYA BAŞLADIM

İyi iş yılında bitermiş ya, benim yatak örtüsü de neredeyse yılına varacak. Şunun şurasında Mayıs sonuna ne kaldı?

Kırkyama öyle "akşam keseyim, sabah dikeyim, ertesi gün örteyim" bir iş değil. Hele benim gibi haddinizin sınırlarında gezinerek elde yapmaya kalkışıyorsanız, aylaaaar ve aylar sürüyor. Gerçi ben her gün yapmadım. Oturdukça, kalktıkça, aklıma estikçe, vakit buldukça... En son olarak yorganlama aşaması kalmıştı.

Elyaf için karlı bir kış günü, öğle arası iş arkadaşlarımla dükkan dükkan dolaştık. Nedense, elyafları 2,5 m uzunluğunda kesip kesip hazırlamışlar, öyle satıyorlarmış. Nihayet bir amca, ertesi gün kargodan çıkan yeni mallardan alabileceğimi söyledi. O gün de ben grip olup yattım kaldım. Haftasonu öyle hasta hasta geçti. Pazartesi günü ise, kargodan çıkan mallar, benim istediğimden daha kalın çıktı. Öyle ki, 5 m elyaf, koca bir koli kadar oldu. Neyse, amca ile aynı mahallede oturuyormuşuz, akşama eve bıraktı. Sonraki birkaç gün astarı yıkadım, ütüledim, kırkyama ebatlarında olması için enine ek diktim, elyafı üstüne koyup bir boy kestim, aynen astarda olduğu gibi enine ek geçirip elimde diktim. Kat kat olmaması için sarhoş bacağı denilen teknikle birbirinr tutturdum iki boy elyafı. Sonra da kırkyamayı en üste koyup düzgünce iğneledim. İş daha epey süreceği için kumaşların kenarları atıp pislik yapmasın diye, kenar bordürlerini de elde dikip bastırdım. Bu arada kenarları da yorganlamış oldum. Tüm bunlar için, salon bir hafta boyunca koltuklar duvara yaslanmış, sehpalar sandalyeler kenara dizilmiş vaziyette durdu. Bakınız aşağıdaki resimler:)



Beyaz kısımların kenarlarını çerçeveleyerek pembe kısımları öne çıkarmış oldum. Sanırım oldukça güzel olacak. Yorganlamada kullandığım ip üç katlı sentetik bir ip. Hatta dördüncü kat olarak sim de koymuşlar. İğneye zor takılıyor. Elyaf kalın olunca aslında yorganlaması da zor oluyor. Ama bitince güzel duracak gibi. Hem sadece yatak örtüsü olmaz. İlkbaharda sonbaharda yorgan gibi de kullanabilirim. Nasıl olsa bütün kumaşlar yıkandı ve çekme derdi yok.
Şimdilik size ilk görüntüleri vereyim. Belki haftaya falan biter... Aklımda yeni yeni modeller var. Akıllanmam ben, müzminim vesselam. Tüm kırkyama dostlarına selam olsun. Beni ancak onlar anlar:))