29 Aralık 2010 Çarşamba

KİTAPLAR - HANIMIN ÇİFTLİĞİ

Hanımın Çiftliği dizisi başladığında mest olmuştum. Konu, mekanlar, arabalar, atmosfer, oyunculuklar, kıyafetler çok hoştu. En çok da döneme ait eşyaların titizlikle bulunup kullanılması, yer karolarından manav tezgahına, çarşıdan hastane odasına, bisikletlerden berber dükkanına, o zamanlar için "harikulade" olan radyodan ip fileye, her şey nakış işler gibi detay detay işlenmişti. Hemen internetten Hanımın Çiftliği romanının 3 kitabını getirttim. Orhan Kemal o kadar rahat yazmış ki, bir çırpıda okundu bitti 3 cilt. Ancak tv dizisiyle bir yerden sonra yolları ayrılıyor. Diziyi bu sezon izlemedim. Uzadığı zaman sıkılıyorum galiba.





İlk 2 cilt birbirinin devamı. Üçüncüsü ilk ikisiyle bağlantılı fakat çiftliktekilerin dışında, farklı kişilerin hayat hikayesini anlatıyor.



Üçüncü cildi okurken ç ok tanıdık geldi senaryo. Gözümün önüne, kadın karakter olarak Türkan Şoray veya Fatma Girik, erkek karakter olarak da Tarık Akan veya Kadir İnanır geldi durdu. Yanılmamışım. Nette kısa bir araştırma yaptım. Benim izlediğim film sanırım Fatma Girik - Tarık Akan versiyonuymuş. Ama kim bilir 10 sene önce mi izledim, 20 sene mi bilmiyorum. Kişiler flu, senaryo %80 sağlam hatırımda kalmış.

Roman 1962'de Ömer Lütfi Akad tarafından "Üç Tekerli Bisiklet" adı ile sinema filmi olarak çekimlere başlanmış. Ancak film, 1965'te Memduh Ün tarafından tamamlanmış. Senaryosunu Vedat Türkali yazmış, Ayhan Işık ve Sezer Sezin oynamış.

Film ikinci defa yine Memduh Ün tarafından 1982'de tekrar çekilmiş. Bu sefer Fatma Girik ve Tarık Akan oynamış. Ben de sanırım bu çekimi hatırlıyorum.

Üçüncü çekimi ise kitabı okurken ben yaptım. Kendi oyuncularımı yerleştirdim. Kendi mekanlarımı yaptım. Kendi zihnimde kendim çektim, kendim beğendim. Zaten Orhan Kemal üstad o kadar güzel yazıyorki, detay detay görüyorsunuz her şeyi.




28 Aralık 2010 Salı

YATAK ÖRTÜSÜ (7. AY)

Kırkyamaya heves edenler, 7 ay dedim diye gözünüz korkmasın. Her gün yapmadım. Çünkü bütün gün işte fazlasıyla yoğun bir tempoda çalışıyorum. Akşamları canım isterse kırkyama yaptım. Ayrıca, başlarda iğneyle parmaklarımı delik deşik ettim. Zorunlu ara verişler oldu. En son bayramda bitirmeyi düşünüyordum, başka planlar çıktı. Şimdi ne bekliyor derseniz, altıgenlerin kalıbı bitti. Kağıt kalıplar kesilecek. Bakın dolduruşa geldim. Şimdi bu yazıdan sonra gidip keseyim bari:))


27 Aralık 2010 Pazartesi

ŞAPKALI SUİ'NİN HAZIRLANMASI

Pano bebekler için "at kafadan" yöntemiyle birkaç çizim yaptım. Deneme yanılma yöntemi yani. Yanılmadığım bir çizimi kalıba dönüştürdüm. O kadar iptidai bir çalışma yaptım ki, kalıp olarak oğlumun atık çalışma sayfalarını kullandım. Kalıp görüntüsü, sanki teknik çizim falan yapılmış gibi duruyor:) Sonra farklı renkler olmasını istediğim yerlerden kalıbı parçalara ayırdım. Kol için ayrıca kalıp çıkardım. Kumaş kenarları klıptan biraz daha fazla. İçe kıvırarak gizli dikişle pano kumaşına monte ettim. Aslında kumaş atmayan cins olsa, direkt dikiş paysız kesip montelemek de mümkün olurdu.




26 Aralık 2010 Pazar

ASABİYİM BEN, MAZERETİM DE VAR

Asabiyim evet. Mazeretim de var evet. Şu blogspotun resim ekleme ve yazıyı o resimlerin arasına yerleştirme işini bir türlü sıkıntısız yapamıyorum.
Yazının en son şeklini kafanızda tasarlamış olacaksınız, resimleri bu sıranın sonundan başına doğru ekleyeceksiniz. Aralara da yazıları serpiştirip, en son olarak yazı tipini, boyutunu ve rengini tek tek sabitleyeceksiniz. Bu arada yazıları veya resimleri yanlış konumlandırdınızsa, HTML'den yazıda neyse ama resimde hissi kablel vuku tekniğiyle resminizi kes yapıştır yapıp uygun yere getireceksiniz. Oluştur dediğinizde veya HTML'den oluşturulmuş bir yazıyı yayına verince virüs olarak algılanan kendi yazınız için "üleyn hangi ara virüs soktuk bu yazıya" diye hayıflanacaksınız.
Arkadaş ben plansız ve programsız insanım. Bunların hepsini nasıl becereyim ki, hatasız? Daha kolay yolunu bulup da söylemeyenin var yaaa:(((
Anlayacağınız az önce cillop gibi bir yazı resimleriyle beraber uçtuuu, gittiiiii.

KIRKYAMADAN NE OLMAZ Kİ?

Kırkyama yatak örtüme hızla başladım, bir hız ilerlettim. Epeydir de kaçan ilham perilerimin geri dönüşünü bekliyorum ki, aynı hızla bitireyim.

Bu arada bazan boş durdum, bazan birşeyler ürettim. En son olarak en çok sevdiğim şeylerden yaptım: Çabuk başlayan, çabuk biten şeyler:) Arkadaşlarımın çocuklarına ve canımın içisi yeğenim Gülce'me duvar panosu. Tabi kırkyama. Kimine doğumgünü hediyesi, kimine yeniyıl hediyesi. Güle güle kullansınlar. İlki doğum günü hediyesi olarak verildi ve fotoğraflanması unutuldu. Aşağıdaki iki tanesi Gülce ve Doğa'ya ait. Kırkyamacılar bu modelin Şapkalı Sui diye anıldığını bilirler. Şapkalı Sui'den bir tane daha yapıyorum. Bir de Kayıp Balık Nemo var sırada. Balık serisi hoşuma giderse yenileri gelebilir.







10 Kasım 2010 Çarşamba

KIRKYAMA BLOGLARI

İşte kırkyama ile uğraşanlar için muhteşem, yaratıcı, bulunmaz, çılgın kırkyamacı bloggerlar! Ben birkaç tanesini sık kullanılanlarıma ekledim. Bunların bir de bloglarının sağ veya sollarında arkadaşları listesi var. Tek tek onlara da girin. Kaybolun kumaşlar, bloklar, renkler, motifler, desenler, yorganlar, örtüler arasında. Suskunlu
ğumun bir sebebi de bu hanımlar. Gece yarılarına kadar bu çılgın detaylarla bezeli kırkyamalar arasında geziniyorum. Dolayısıyla kendi bloğuma giremiyorum. Sanırım büyüyünce kırkyamacı olacağım:) Örnek aldım bir kere:))

http://quiltingdaze.blogspot.com/
http://quiltsinthebarnaus.blogspot.com/
http://quiltmomsjourney.blogspot.com/
http://susisquilts.blogspot.com/
http://underquiltedcovers.blogspot.com/
http://www.aquiltinglife.com/
http://luannsloosethreads.blogspot.com/
http://crazymomquilts.blogspot.com/
http://jesswe2.blogspot.com/
http://threadsofmine.blogspot.com/





30 Ekim 2010 Cumartesi

YÜZÜKLER

Aşağıdakiler, kendi yaptığım yüzükler ve aynı teknikle yapılmış bir kolyedir. Aslında kolye için aklımda daha değişik bir tasarım daha var ama şimdilik sadece tasarı boyutunda ve tasarım boyutuna geçemedi:(





28 Ekim 2010 Perşembe

KUTLAMA

Cumhuriyet Bayramımız tüm ulusumuza kutlu olsun.



22 Ekim 2010 Cuma

YATABİLSEM UYUYABİLECEĞİM DE...UYUMAYACAKSAM DÜŞÜNEYİM BARİ...

Uyku problemim var. Uyuyamıyor değilim. Yatamıyorum. Benim de sıkıntım bu. Uykuda geçen sürenin, bedenimi ve ruhumu tamir ettiğini bile bile, uyumamak için direniyorum. Hayatı kaçırıyormuşum gibi geliyor. Sanki ayakta kaldım sürece birşeyler üretiyormuşum gibi...
Gerçi boş da durmuyorum:
  1. Altıgenlerden oluşan ve elde diktiğim yatak örtüsünün kesili tüm parçaları dikildi. Kesilmeyen eksik parçaları bir gün kesmeyi DÜŞÜNÜYORUM. En azından bunu DÜŞÜNÜYORUM:) Kesme işlemi bitince dikişi o kadar zor gelmiyor emin olun.
  2. Taa kaç sene önce başladığım ve maymun iştahım yüzünden tamamlanacak işler kategorisinde ikamet eden merserize takımın iç kolsuz bluzunu misinalı şişe takıp fırdolayı örmeye başladım. Döne döne örmekten akşamları iyi kafa yapıyorum:) Hırkasını ise daha önce tığla motif motif örmüştüm ama tam bitmemişti. Bu kış kesin bitiririm ELBETTE, GALİBA, HERHALDE, İNŞAALLAH, BELKİ...DÜŞÜNÜYORUM..
  3. "Bir sürü" muğlak ifadesini, bildiğiniz en büyük sayı farzedin, karesini alın, küpüyle çarpın, çıkan sayıyı Pİ sayısı ile ne yapmak istiyorsanız onu yapın. Ahanda o gadder kumaşım var. Boş durur muyum? Onları da dikmeyi DÜŞÜNÜYORUM.
  4. "Hanım dilenince niye bey beyeniyor ki" bahtaniyem bitti bitiyor. Kenarı oluverse bitiverecek. İş mi yani? Bunu bitirince, aynı tarzda, eşimin başka bir kazağını kullanarak, daha janjanlı renklerle, tek kişiliğini örmeyi DÜŞÜNÜYORUM.
  5. Haftalardır bir kırkyama aşkım depreşti ki sormayın. Size adreslerini topluca vereceğim çook çok güzel yabancı bloglar buldum. "Bana kumaş üretin ey fabrikalar, kırkyamam geldi" diye bağırmayı DÜŞÜNÜYORUM...
  6. Keçeye ilk başlarda nerden bulunur bilmediğim için pek sıcak bakmamamıştım. Satış yapanları gördükçe nette, iştahım kabarmaya başladı, DÜŞÜNÜYORUM..
  7. Ahşap boyamaya da malzemeleri çok ve kokulu bir iş diye burun kıvırmıştım ya, yine blogcu bayanlar aklımı çeldi. Ne yapsam bilemiyorum. Düşünsem mi, düşünmesem mi bunu da DÜŞÜNÜYORUM.
  8. Herkes DIY yapıyor. Yani eskiyi yenileme, atacağım bir şeylerden, tamamen farklı, fonksiyonel ve kullanılası, sergilenilesi birşeyler üretmeyi; ıvır-zıvırdan "deli bu kadın "dedirtecek eşyalar türetmeyi çok istiyorum. Bunları yapan hatunları kıskandığımı DÜŞÜNÜYORUM.

"Öyle ise varım" dedirtecek ne çok şey düşünüyorum da, gecenin şu saatinde neden yatmayı düşünemiyorum bilmiyorum...

20 Ekim 2010 Çarşamba

KOLYELER

Alttaki kolyenin boyunda çok şıkır şıkır bir duruşu var. Sanırım kullandığım lastikli misinadan kaynaklanan bir durum. Aslında lastiğin hiç anlamı yok. Sadece o anda elimde o vardı. Ama şunu fark ettim ki, lastikli misina zamanla sararıyor.

Alttaki iki kolyeyi ben yapmadım. Ama takı maceram bu kolyelere dünyanın parasını ödememle başladı. Emeğinin azlığına ve alt tarafı tüm malzemesi plastik boncuk olan bu kolyelere bu kadar para vermenin anlamsızlığını düşündüm ve başladım. Hala da zaman zaman yaparım.


Alttaki kolyeyi, tamamen gelişi güzel, ince misinaya taktığım boncukları oyulgayarak yaptım. Baktım fena olmadı, aynı şekilde bir de bileklik yaptım. Küpesiz de olmaz değil mi ama?





17 Ekim 2010 Pazar

TAKILAR

Kendi yaptığım takılardan örnekler göstermeye başlıyorum. Fotoğraflamak oldukça uzun sürdü. Renkler genellikle ya zor tuttu, ya hiç tutmadı. Aynı takıyı ışığı ve rengi ayarlayarak hem pratik fotoğraf makinasıyla hem de telefonumla çekmeye çalıştım. Oğlumun fotoğraf makinasını öğrensem iyi olacak galiba. Hal böyle iken, fotoğraf sanatçılarının önünde saygıyla eğilmeye karar verdim. Bir daha böyle uzun bir çekim yapar mıyım, hiç zannetmiyorum.


İlk takı, geçtiğimiz kış sonu bir gece ortaya çıktı. Malzemeler evden: Tansyon aletinin koruması olan ince köpük, kadifemsi bir parça kumaş, boncuk torbasından boncuklar.





İkinci takı ise yine geçen kış, bir kermes için ördüğüm şallardan kalan ipi öylece geri vermemek için ürettiğim kolye ve bileklik. Tığla zeminleri ördüm, boncuklarla süsledim. Peki neden kermese veremedim? Çünkü geç kaldım. Nasipse bu sene göndereceğim artık. Şallar ise fotoğraflayamadan kermese gitti.





14 Ekim 2010 Perşembe

TAKI KUTUMU TANIŞTIRAYIM

İşte yapışkanları kuruduktan sonra yerleşmiş hali. Tabi yerleştirirken özellikle kendi yaptıklarımı da sizler için görüntüledim. O da bir sonraki yazının konusu olsun bari.



13 Ekim 2010 Çarşamba

MÜCEVHER KUTUSU


Emek verdim, güzel de oldu, fonksiyonel de. "Mücevher kutusu" demekle haklıyım. Siz kutuya mücevher demediğime bakın:)

Uzun zamandır, kocaman bir krem promosyonu çantasında hapsolan, birbirine karışan, ipleri boncukları birbirine dolaşan ve bir türlü düzen sağlayamadığım, bazıları kendi el emeğim takı-tukalarımı toparlamak istiyordum. Birkaç sene önce eşime aldığım cüzdan-kemer-anahtarlık üçlüsünün kutusunu gözüme kestirmiştim. Bu arada eşim, üçlünün sadece anahtarlığını kullanmış, cüzdan ve kemer niye kullanılmamış bilmiyorum. Biz bayanlar olsak (en azından ben olsam), hepsi de fedalarca kullanılırdı şimdiye kadar. İçinde bir kendimizin eksik olduğu, valizden hallice çantaları hemen her gün değiştirip duruyoruz da; erkekler neden acaba, iki avuç kadar cüzdanlarını kopuncaya kadar kullanıyorlar? Ayol, hiç mi sıkılmıyorlar?

Gelelim konumuza. Kutunun içinden kendi özel bölmelerini çıkardım. Yeni aldığım cam çaydanlığın koruması olan kalın kartonlarla, önce enine bölmeler yaptım. Üzerlerini oğlumun spiralli defterler alarak defter kaplamaktan kurtulduğu ve atıl vaziyete geçmiş bulunan kaplıklarıyla kapladım. Uzun bölmelerin arasını önce aklıma estiği gibi, sonra da "hay Allah keşke şöyle yapsaydım" dediğim gibi böldüm.

Sanırım işlevsel bir şey oldu. Ama mutfak da buram buram yapıştırıcı koktu. Şimdilik mutfak penceresini açtım, kutuyu pencere önüne koydum. Dilerim eşim gelinceye kadar koku gider. Çünkü çok rahatsız oluyor bu kokudan.



















İçi iyice kuruduğunda takılarımı da yerleştirerek yeniden fotoğraflarım artık. Şimdilik hoşça kalın.































6 Ekim 2010 Çarşamba

İNCELİK, NEZAKET ve ESKİLER


Epey zamandır, yakın dönem Türkiye'yi, Türk insanını ve yaşantısını anlatan kitaplar okumayı seviyorum. Aslında bu gün fotoğraf çekimim geç saate kalmasaydı sizlere bu kitaplardan bazılarını görüntüleyip birkaç satırla bahsedecektim. Fotoğraf makinasının flaş ayarını tutturamadım. Ya çok flu çıktı ya da çok parlak. İş dönüşü akşam hazırlıkları falan derken hep unutup geç saatlere kalan çekimlerimi sanırım haftasonuna erteleyeceğim.

Fakültede ezbere dayalı bir bölümde okuduğumdan, satır başına dönüp dönüp aynı şeyleri ezberlemeye çalıştığımdan mıdır bilmem, okuma hızım çok düşmüştü. Şimdi sanki yeni yeni açılasım var. Biran evvel emekli olup (daha çoook var emekliliğe) kendimi edebiyat dünyasının şefkatli kollarına atmak istiyorum. Bu aralar, kendime bir kütüphane kurmaya çalışıyorum desem yeridir. Vakti zamanında, okumam gereken ancak "üniversteye hazırlanıyorum" bahanesiyle okuyamadığım kitapları almaya başladım. Genellikle internetten "Kitaptürk" isimli siteden alıyorum. Sanki fiyatları daha ucuzmuş gibi geldi karşılaştırma yapınca. Sizlerin bildiği siteler varsa bakabilirim.

Kütüphanemin ilk eserleri tabi ki klasikler ve Türk Edebiyatı olacak. Hem okuması kolay, hem zevkli, sevdiğim yazarlardan başladım işe. En son Peyami Safa'nın sitede bulabildiğim kitaplarını getirttim. "Sözde Kızlar" isimli ince romanını çantamda taşıyorum. Bulduğum her fırsatta çıkarıp okuyorum. Gençler için fazlaca sayıda Arapça-Farsça kelime var. Ancak arkada bunlar için bir sözlük oluşturmuşlar.

Size kitaptan birkaç satır yazmak istiyorum. Genç adam arkadaş toplantısına geç kalır. İşgal günleri.. Genç adam ve genç kadın daha tanışmadan harbe dair bir süre hararetle konuşurlar. Evin annesi ve delikanlı arasındaki konuşmayı kitaptan aktarıyorum:

Nadir'le Mebrure'nin bu hususi görüşmelerine Nazmiye Hanım dikkat etmişti. İki gencin yanına yaklaşarak her ikisine de dedi ki:
-Tanışıyor musunuz?
Nadir iskemlesinden doğrularak canlandı:
-Bu saadete hazırlanıyorum.

Ne kadar zarif değil mi? Genç adam, genç kızla henüz tanışmamış, tanıştırılmamış. Daha kitabın üçte birlik kısmındayım. Bu gençlerin birbirine aşık olup olmadığını bilmiyorum, yeni bir delikanlı daha çıktı ortaya, kız ona da aşık olabilir diye düşünüyorum. Yani yukardaki bölümde bahsedilen genç kıza yıldırım hızıyla aşık değil. Birbirleri için iki yabancılar. Ama bu tanışma onun için bir saadet ve " bu saadete hazırlanıyorum" diyor. Zerafetin en üst noktaları.

Peki biz nasıl ve ne ara, şimdiki kaba-saba, hart-hurt, höt-zöt insanlar olduk acaba? Evimizin önündeki bahçe çitine tüneyen, çite ilişen, birbiriyle burada didişen, el kol şakaları, saygısız konuşmalar yapan çiftler; arkadaş olduklarını sanan ama birbirlerinin ruh celladı olan, öğrenci kılıklı, eşkiya delikanlılar; sigara içmeyi, yerlere okkalı bir tükürüğü falso verdirerek üfürmeyi, burnu kıvrık ve illaki sivri ayakkabı giymeyi ve bu ayakkabının ardını ezmeyi, racon kesmeyi, adam olmak zanneden yeni yetmeler; yukardaki parağraftaki gibi konuşan bir neslin evlatları olamazlar değil mi? Kim bu kayıp çocuklar Allah aşkına? Kim?

26 Eylül 2010 Pazar

GEÇ GİDEN HEDİYELER

Ayda bir toplandığımız bir arkadaş grubumuz var. Biri akrabam, biri evlenmeden önceki mahalleden sokakta oyunlar oynadığımız komşum, biri de ilk okul arkadaşım. Bu hatunların tek ortak noktası ben mişim gibi görünüyor ama, onların başka bir hikayesi de, lisede aynı sıraları paylaşmaları. Yani üçü sınıf arkadaşı. Sonra hayat herkese bir yol çiziyor, bu yolun biryerlerinde de tekrar buluşuyoruz. Hatta son iki seferdir benim hala kızım da gruba dahil oluveriyor. Allah muhabbetimizi bozmasın. Dört beş haftada bir, herkes için uygun olan bir pazar günü toplanıyoruz.

Geçtiğimiz anneler günü de böyle bir buluşmamız vardı. Arkadaşlarıma kendi ellerimle birşeyler üretip hediye etmek istedim. Tığ ve boncuklarla birer kolye ördüm. O günkü ev sahibimiz olan Birsel'in hediyesi yetişti ama, diğer ikisi tamamlanamadı. Hemen ertesinde diğerlerini de tamamladım ama her seferinde hediyelerini vermeyi unuttum. Nasip bu güneymiş. Güle güle kullansınlar.






10 Eylül 2010 Cuma

GELENEKSEL TÜRK TATLILARI

Ben hazır çorba, hazır tatlı gibi şeyleri pek kullanmam. Ama Firmanın yeni çıkardığı Dr Oetker Zerde isimli ürününü merak ederek denedim. Hiç beğenmedim. Gurme oğlum da beğenmedi:)Oktay Usta'nın tarifiyle yapmayı tercih ederim.

Dr Oetker'in reklamlarındaki aileye sinir oluyorum. Babaanne geliyor, çocuklara GELENEKSEL BİR TÜRK TATLISI olan SUPANGLE pişiriyor.

Supangle pek çok ortalama Türk ailesinde pişer. Ama geleneksel değildir. Sütlaç gelenekseldir. Muhallebi, keşkül, kadayıflar, baklavalar vb gelenekseldir. Ama supangle geleneksel değildir.

Babaannenizin supanglesini özlemezsiniz ama sütlacını özlersiniz. Çünkü sütlacın tarifi aynı olsa da, her babaannenin eli mikro boyutlarda bir fark yaratır. Supanglede durum daha değişiktir. Nerede yerseniz yiyin, birbirine benzer, cıvık, kaygan, ani zevk yüklü, suni bir gıda yiyeceğiniz kesindir.

Supangle denince aklınıza iş yerinde çıkan öğle yemeği, hazır paket tatlıları, köşeye yeni açılan veya bilmem kaçıncı yılını kutlayan bir tatlıcı veya tatlıcılar zinciri, işyerinde yediklerinizi anımsamışsanız tek kullanımlık aliminyum hazır kaplar, tatlıcıda yemişseniz evdekilerden kalın, özensiz, dayanıklı veya en iyisi tatlıcının markası basılı porselen tatlı kapları gelir. Sütlaç (ya da diğer Türk tatlıları) denilince, babaannenizin çeyizinden kalma, birkaçı zamanla kırılıp takımı bozulmuş evladiyelik, modası geçmiş ama ruhu yaşayan porselenler...

Sonra reklamdaki anneye sinir oluyorum. Evin ahalisiyle diyalog eksiği var: Kim "babaannem mi geldi" diye sorsa, "ı- ıııı" diye cevap veriyor. Dilsiz misin, beyinsiz mi be kadın?
El netice: Global dünya ekonomisi şartlarında sadece yerli ürünler kullanamayız. Elbette kökü dışarıda olan pek çok şeyi kullanıyoruz. Ama markayı Türkiye ekonomisine pazarlayanlar, ürünleri ister deterjan olsun, ister gıda, ister mobilya olsun, ister otomobil, ister diş macunu olsun, ister kedi maması, daha da yapay kalmamak için, bir zahmet Türklerle Türk reklamı çekmeliler. Ha; firma dayatması mı var, "reklamı da alacaksın" diye, kimse kusura bakmasın o ürünü de getirmeyivereceksin. Dr. Oetker'in kazan dibini, Protex'in sıvı sabununu, Sağlık Bakanlığı'ndan İZİNLİ Dettol'ü, Maggi hazır çorbaları hayatımızdan tamamen çıkarsak, hangimiz eksikliğini hissederiz ki?
Dip not: Kullanım klavuzlarında Çince'den Fince'ye, Endonezya dilinden İbranice'ye her dil konulabiliyorsa, Türkçe de ilave edilebilir değil mi?