



Her mevsimin ayrı güzellikte nimetleri var. Kışın en güzel yiyeceklerinden biri lahanadır. Eskiden kapuskanın yemekler içinde çok hakir görülen bir yeri vardı. Ne kadar da hatalı bir yaklaşım. Lahananın sağlığa katkısı, sağlıkçı olmama rağmen benim itibar ettiğim bir mesele değildir. İlgilenenler açar o tarz sağlıklı sitelere bakarlar. Ben damak tadıyla ilgileniyorum:) Asla pas geçilebilecek bir tad değil, bunu biliyorum. Şimdi lahanalar bitmeden bir dolma-kapuska ziyafeti daha çekmeli. Hatta acaba lahanayı sarıp dolma olarak dipfrizde saklayabilir miyiz diye de düşünüyorum. Yazın da yemeli...
Asıl mesleğimi icra ederken işler sarpa sardığı zaman kendimi hobi dünyasına vuruyorum. Geçmişte bu sebeple, kimi zaman dikiş diktim, kimi zaman örgü ördüm, kimi zaman kırkyama yaptım. Bazan işler öyle çok sarpa sardı ki, "terziyim" diye geçinenlerin yarısının fazlasından daha iyi dikiş dikmeye başladım:) Sonunda dikiş makinam arızalandı. Yenisini henüz alamadım, ne alacağım konusunda kararsızım. Ben de heyheyleri dağıtmak için birkaç blogda görüp özendiğim goblen işine merak sardım. internette araştırdım ve http://www.goblen.gen.tr/default.asp adresinden 3 tane goblen aldım. Site sahibi çok ilgiliydi ve benim internet bağlantımla alakalı olduğunu düşündüğüm bir sebeple ödemeyi o an için yapamamış olmama rağmen kargomu gönderdi. Ödemeyi ancak birkaç gün sonra yine internet üstünden yapabildim. Pazartesiden beri de işten biran önce çıkıp, yemeği, derleme toplamayı bitirir bitirmez goblen başına çöreklenmeyi iple çekmeye başladım. 3 günde aldığım yol aşağıda:)
Ben gece yaşamayı ve geceyi yaşamayı seviyorum. Aynı şekilde sabah erkenden kalkıp günü yaşamayı da seviyorum. Çünkü oğlum küçükken, gece ancak el ayak çekildikten sonra kendimle başbaşa kalabiliyordum. Bünye buna alıştı. Şimdi elime ayağıma dolanan yok, hatta bu sene oğlumla tarih bile çalışmıyoruz ama yine bu sükuneti seviyorum. Bazan bilgisayar başında sizlerin bloğunu gezerken sızıyorum. Hadi o tamam da, bazan kendi bloğuma yazı yazarken uyuklayıp başım önüme düşünce uyanıyorum.
Tabi kaç paket alırsam alayım bir gün bitiveriyor. O zaman iş başa düşüyor.
Epeydir mantı açmamıştım. Geçenlerde bir pişirimlik yaptım ve birilerinin iyi bir mantıcıyı hastaneye göndermesini beklemeye başladım. Çok el oyalıyor:))
Gerçi ilk yufkayı biraz ince açmışım ama ikinci daha iyiydi.
Biz mantıyı kapattıktan sonra fırınlarız. Kızaran mantıları daha sonra az miktarda kaynar suda haşlarız. Bazı yörelerde kaynar suya çiğden salıyorlar mantıları. Aşağıdaki fotoğrafta kenarlar yanık gibi çıkmış ama kesinlikle yanık değildi. Sadece çok kızarmıştı. O ince açtığımı söylediğim bezeden dürdüğüm mantılar. 
Bu arada haşlama suyu etsuyu olursa daha mükemmel olur. Hatta mantı haşlanırken, önceden yumuşatılmış az miktarda minik et parçaları veya minik köfteler, hatta az miktarda önceden haşlanıp kabukları soyulmuş nohut da koyabilirsiniz.
Süzme yoğurt ve salça ile işlem tamamdır. İsteğe göre sumak ve/veya nane de konulabilir.
Aslında zor bir şey değil. Ama uzun sürüyor. Bir çırpıda da yenilip bitmez mi? O kadar emek harcamışım, valla çerçeveye koyup duvara asasım geliyor:)
Şükranın düğününde ise beyaz peluştan kırlentler dikip içini doldurdular. Kırlentin ortasına şatafatlı bir taş dikip, taşlı sıra harç ile süslediler. Bu kırlentleri sert bir tüle sarıp güzel kurdelelerle bağladılar. Kuzenimin kırlenti diye söylemiyorum ama çok şık oldu.
Biz konvoya katılamadık. Eşimin mesaisi uzun olduğundan biz düğünlerde bu türden etkinliklere gecikeceğimiz için hiç katılmaz, direkt salona gideriz. Dolayısıyla yemeği hiç beklemeyiz. Biz otururuz, hemen çorba servisi başlar. Sanki bizi bekliyorlarmış gibi. Ama teyzem bizim kırlenti saklamış, sağolsun. Düğünden sonra verdi. Hemen eve gelip tekli koltuklardan birinde kullandım.
Eylül de uzun zamandır okumayı istediğim bir romandı. Mehmet Rauf'un ve Türk Edebiyatının ilk psikolojik romanı. Okulda öyle gördük:) Romanın özüyle ilgili hiç bir eleştirim olamaz. Zaten psikolojik roman olduğundan insanların davranışları, sadakat duyguları, kişisel hassasiyetleri, ruhsal çöküntüleri falan yazarın kurgusudur, bize laf düşmez. Ağır ilerlemesi, aksiyon azlığı, yeryer monotonluğu da yine yazarın takdiridir, bana beğenip beğenmemek konusunda fikir beyanı bile düşmez. Zaten bir ilk. Türk Edebiyatında kendine altın yaldızlı bir yer edinmiş, bense daha yeni okuyorum.
Benim derdim şu ki; sanırım günümüz Türkçesiyle yazılmaya çalışılırken, romanın başına bir hal gelmiş. İlk başlara fark etmedim ama daha sonraları garip bir durum gördüm: "O ona onu verdi, o ona baktı, onu aldı, ona teşekkür etti" abartılı cümlemdeki gibi, işaret sıfatı ve işaret zamirleriyle dolu cümleler boğdu beni. Bunun dışında Suat'a kızdım. Süreyya'ya acıdım. Necip'e saydırdım. Hacer'den tiksindim. Kitabın adının Eylül olmasına gerek yoktu diye düşündüm.
Şimdilerde Orhan Kemal okuyorum. Ne adam Orhan Kemal ama. Su gibi duru bir dil, film izliyor gibi bir anlatım. Onu sevmemek imkansız gibi.
Eczanede her yer perişandı. Kokununsa tarifi imkansız...
Arkadaşım suları görünce "Sarı sarı çiş mi bu su acaba" diye saf saf sorunca, "İnşaallah sadece çiştir" demişim. İnsanın şartları düştükçe esprilerinin kalitesi de düşüyor, görüldüğü gibi:))
Çocuklar önce kendi imkanlarıyla temizlemeye çalıştı. Suları paspaslayıp, suyu tek su giderimiz olan klozete döktüler, klozete dökülen su, eczanedeki hangi akla hizmet konulduğu belli olmayan, dolapların altındaki su giderinden geri geldi. Sonunda cazgırlık edip o sırada laboratuvarı temizlemeyi yeni bitiren aşağıdaki makinayı neredeyse çocuğun elinden kapıp getirdim ve temizliği yaptırdık. Bol bol zefiran döktürdüm, bir daha bir daha temizlediler. Ama durum budur işte, ey TOKİ!